11 Haziran 2007 Pazartesi

Yalnızlık Üzerine...


Henüz gün doğmamış. Kaldırımlarda çiğ taneleri var.
İç cebinde milyarlar saklayan keltoş tahsildarlardan biri gibi koruduğum şiir kitabıyla birlikte, yalnızlığımı yanıma katmış, Moda sahiline doğru yürüyorum. Bunlar son demlerim… İki seneye kalmaz buraları yakıp yıkıp bir otoban yapacaklar. Ardından da otoparklar, arabalar, vızır vızır…
Biliyorum:

küçük çocukların
uçan halıları takılıyor
televizyon antenlerine

Havada serinlik var, ürperiyorum.
Bir sokak lambasının altına çöküp, sırtımı direğe yaslayarak okumaya başlıyorum:

üç, iki, bir
yayındayız
sihirli bir fabrikayı okşuyorum
bacasından cin çıkıyor

Gün doğmak üzere. Sokak lambası söndü. Kalkıyor, kayalıkların üzerine çıkıyorum. Bir mendirek gibi ayakta durarak, okumaya devam ediyorum:

apartman diplerinden gün doğuyor
ezan şehri ateşliyor
buğulu camlar
ve sevgilimin saçında trafik var

Yalnızım. Çeşitli sebeplerle yalnızlığa gömülmüşüm. Gözlerim, bakışlarım, ellerim, saçlarım, okuduklarım ve sessizliğim, tüm bu “olup biten”ler yoksunluğumu açığa çıkarıyor. Yalnızlığa gömülmek ve bir mezar gibi yaşamak… İşte tüm yaptığım…

dostlarımı gömdüm şehre
yeniden doğursun diye


Pekala…
Diyelim ki değişmem lâzım. Aşık olmam, ruhumdaki bu eksikliği, yarım kalmış tüm duygularımı bütünlemem gerek…
Ancak,
“Nasıl olacak bu?”

Üç deyince
âşık olacağız
.

Etraf aydınlanıyor. Yeni bir gün başladı artık.
Elimdeki kitabın içerisinden fısıltılar gelmeye başlıyor. Şaşırıyorum. Delirdim mi acaba? Hep bu şüphe…
Kulağımı dayıyorum kitaba, dikkatle dinliyorum:

bir sır vereyim herkes bilmez
karanlık da bizden korkuyor

Çok Düşünüp Az Umutlanmak...



Günler geçti aradan. Umulmadık bir anda mahkemeye çağırıldım.Gardiyan geldi beni almaya. Cezaevinin idari bölümüne gittik. Bekliyorum.Allah Allah!... Bu mahkeme de nerden çıktı? Mahkum kontrol kapısında, diğer mahkumlarla beraber bekliyorum.Gardiyanın biri yanıma geldi.
— Seni müdür bey çağırıyor. Hemen gel!
Aman Allah'ım! Nedir benim çektiğim? Yine buz gibi oldum. Yine titriyorum tarifini yapamadığım bir titreyişle. Ayağa kalktım. Yine aynı şey oldu. Kulaklarım hiçbir sesi duymuyordu. İçimdeki uğultu sesleriyse beni delirtecek sandım. Demek ki manevi işkence maddi işkenceden çok daha etkiliymiş. Hiçbir işkence beni bu hallere düşürmemişti. Sonra yavaş yavaş kendime geldim. Adımı düşündüm, adım Kaan'dı. Sonra başka şeylerimi düşündüm. Evet, kendimdeydim. Ama kendim neredeydi, onu bilemiyorum. Birden gardiyanın sesiyle irkildim:
— Hadi Kaan! Gelin gibi ne naz yapıyorsun?
Tabii ki naz gelinin hakkıydı. Ana-baba evini terk eden oydu... Damat da başkasının evine gitse nazlanırdı. Zaten her insan nazlanır. Nazlanmak bazen ihtiyaçtır. Ama sevdiklerine nazlanır insan. Peki, ben kime nazlanayım? Biraz hızlanır gibi yapmaya çalışsam da elim ayağım, hepsi birden duydular, Turgut tarafından çağırıldığımı. Yürümeye başladık. Müdürün makam odası önünde durduk. Gardiyan kapıyı vurdu. "Gir" sesinden sonra gardiyan bana döndü:
— Sen burada bekle.
Gardiyan içeri girip kapıyı kapattı. Şimdi ne olacaktı? Allah'ım, bana sabır ver! Gardiyan beş dakika dolmadan içeriden çıktı.
— İçeri gir. Müdüre hesap vereceksin!
Kapıyı açtım. Yavaşça içeri girdim. Turgut makamında oturuyordu. Mıhlanmış gibi kalakaldım kapının önünde. Ona bakamıyordum. Neden?... Suçlu, o! Peki bana ne oluyor? Asıl, onun yüzüme bakmaması lazım. Ama ben bakamıyorum, neden? Bu duygunun adı ne? Sordum daha sonraki yıllarda, "Bu duygunun adı henüz konmadı." dediler.
* * *Ben ona bakamıyordum ama onun bakıp bakmadığını da çok merak ediyordum. Öyle titriyordum ki, çenem şiddetle birbirine vuruyordu. Bu defa ağlamıyordum ama titreyişim artmıştı. Ayaklarımın ucuna baka baka bir hal oldum. Bir ara cesaret toplayıp başımı yavaşça kaldırdım. Güya hemen bakacaktım. Ama yine bakamadım. Kendi kendime iyice kızmaya başlamıştım. Nedir dedim bu halim? Ben manyak mıyım? Hayır, değilim. O halde? O halde bakarım. Başımı kaldırdım ve baktım. Turgut başını masasının üzerine koymuş, sessiz sessiz ağlıyordu. Omuzlarını fark ettim ilk önce. Gerçek manada hıçkırdığı omuzlarının titremesinden belliydi. Hayret! Kendimi bazen tanıyamıyorum. Bazen değil, çoğu defa kendimi tanıyamıyorum. Bugün, özellikle bugün hepten şaşırdım duygularıma. Acaba neden ağlamıyorum? Eminim ki ben bu manzaraya dayanamaz ağlardım, ama ağlayamıyordum işte. Turgut hiç durmadan ağlıyordu, ama niçin ağlıyordu acaba? Dakikalar geçiyor, başını kaldırıp bana bakmıyordu. Epey ağladıktan sonra başını kaldırdı... Kan çanağına dönmüştü gözleri. Gözlerini gözlerime dikti. Bir başka hüzün vardı gözlerinde. Şimdi sorsa mıydım acaba?
— Şimdi nasılsın Turgut? Oturduğun bu makama neyin bedeli olarak geçtin? Dilimin ucuna kadar geliyordu sözler, ama söyleyemiyordum. Ya pişmansa!... Bu gözyaşları sırf kardeş özlemi için değil de, içinde pişmanlık varsa!... Ona zulmetmiş olmaz mıyım o zaman? O bana bunca hainlik yapsa da ona kıyamıyordum. Ben konuşmadan o konuştu:
— Bana bir iyilik yapar mısın Kaan?
Gözlerinin tâ içine baktım. Ne olabilirdi ki bu iyilik? Ben cevap vermeden devam etti:
— Ne olur Kaan, bana bir iyilik yap. Öldür beni Kaan! Artık ben bu çileyi çekemiyorum. Bu yük bana ağır geliyor. Kısık bir sesle cevap verdim:
— Hangi yük?
Sersemleşti.
— Senin yükün. Senin bu halini görmeye dayanamıyorum, anlıyor musun? Her gün ölüyorum. Pişmanım Kaan! Hiç anlayamıyordum. Şimdi bu Turgut, komünizme yardakçılık yaptığından dolayı mı, yoksa beni ihbar ettiğinden dolayı mı pişmanlık duyuyordu? Bunu öğrenmek için sordum:
— Ne sebepten dolayı pişmansın? Sicim gibi akıyordu gözyaşları.
— Böyle soru sorma Kaan! Bu soru beni eziyor. Sen bilmiyor musun nedenini?
— Bilmiyorum. O kadar neden var ki. Hırçınlaşmıştı.
— Neden sensin, sen! Sen bunu nasıl anlamazsın?
Bendim ama, hangi özelliğimle bendim?
— Sözü uzatma! Pişmanlığın nereden kaynaklanıyor? Komünizme derimi yüzdürdüğün için mi? Komünizmin buna değmediğini anladığın için mi? Yoksa yirmi yıldır bana çektirdiklerin seni perişan ettiği için mi?
Yüzüme dik dik baktı; sonra yüksek sesle bağırdı:
— Seni işkence çekerken görmek beni öldürüyor... Sen geleli neler çektiğimi anlatamam. Öldüm öldüm dirildim Kaan. Senin yerine o işkenceyi ben çekmek için nerdeyse kendimi ele verecektim...
Allah Allah! Acaba ben aptallaşmış mıydım? Hâlâ anlayamıyordum Turgut'u. Bu Turgut ne diyordu? Yaptığı alçaklıklardan dolayı mı pişmandı, yoksa komünist olduğundan dolayı mı?Ona, duygularını çözmeye çalışmak için baktım karşıdan karşıya. Nice zulümlere imza atılan o masanın başında Turgut'u otururken görmek de varmış kaderde. İliklerime kadar titreyişim bütün gücüyle devam ediyor.
— Ne diyorsun Turgut, seni anlayamıyorum? Pişmanlığının adını koyalım. Neden dolayı pişmansın?
— Sana yaptıklarımdan dolayı.
— Komünizme hizmet ettiğinden dolayı bir pişmanlığın var mı? Sertçe bağırdı:
— Şimdi onu karıştırma! Bu defa bağırma sırası bendeydi:
— Onu karıştırmadan bundan sonra bir nefes dahi alamam! Ne demek onu karıştırma? Böyle söz olur mu?
— Uzatma Kaan, beni öldür diyorum!
Tuhaf halimle yüzüne bakmaya devam ettim. Dişlerimi sıkarak sordum:
— Ben tekrar insan olalı siparişle insan öldürmeyi bıraktım. Ölmeyi çok istiyorsan, siparişle öldürme işini senin köpeklerin daha güzel yapar. Sen bu işi onlara havale et.
Gözlerini silerek bir başka teklifte bulundu:
— Seni buradan kaçırayım. Bana bu fırsatı ver. Bu teklif bana kurşun gibi saplanmıştı:
— Asla ve asla senin yardımınla kaçmam! Senin yardımınla kaçıp o kaskatı vicdanını rahatlatamam. Annemin, babamın, ablamın, yeğenimin kanına giren kara vicdanı rahatlatamam. Ölsem bile bunu yapmam. Bir daha beni bu yüce makamına(!) çağırma. Seni görünce çıldırasım geliyor.
— Ben sana karşı yaptıklarımdan dolayı çok pişmanım. Seni özlemişim Kaan. Tekrar ağlamaya başladı:
— Zaten özleyecek başka kimsemi de bırakmamışım.
— Peki, Komünizm değdi mi bunlara Turgut? Bana açık açık cevap ver. Lügate bakacak durumda değilim. Yine aynı cevabı verdi:
— Onu karıştırma.
Akıl almaz bir hırs kuşatmıştı beni. Ona doğru giderek bağırdım.
— Kanımı emen sistemi nasıl karıştırmam? Bu nasıl bir teklif böyle? Bundan sonra her nefesimde o mutlaka olacaktır...
O da yerinden kalkıp bana doğru gelmeye başladı. Yumuşak tavırlıydı:
— Hırçınlaşma Kaan! Sana bir kere sarılmak istiyorum, hiç olmazsa buna müsaade et. Seni çok Özledim. Olduğum yerde kaldım:
— Soruma cevap ver, ondan sonra düşünelim.
— İnatçılığın hiç değişmemiş Kaan.
— Hayır! Bu inat değil. Bu kişiliğimin yansımasıdır. Pişman mısın dedim?
Bu soruma cevap vermeden konuyu değiştirdi:
— Beni yalvartma. Aynı teklifimi tekrar ediyorum. Seni buradan kaçırmak istiyorum Kaan. Kaç, kurtul. Bu işkence senin hakkın değil. Sana iyilik yapmak istiyorum. Anla beni ve bana fırsat ver. Tüylerim diken diken oldu:
— Hangi sıfatınla bana yardım edeceksin? Bir insan olarak mı, işkenceci komünist olarak mı? önce bu nokta aydınlansın diyorum. Ama cevap vermiyorsun.
Yere baktı. Sonra başını ağır ağır kaldırarak gözlerime baktı. Yine kısık bir sesle cevap verdi:
— Ben devrimciyim Kaan. Bunu biliyorsun. Komünizmi destekleyen...
Tepemden aşağı kaynar sular dökülmüş gibi oldum. Gözlerine nefretle baktım. Bağıra bağıra cevap verdim:
— Köpek! Benimle hâlâ bir komünist olarak mı konuşuyordun? Bilseydim hâlâ komünist olduğunu, senin gibi satılık alçakla konuşur muydum sanıyorsun? Teklifine gelince, yine aynı cevabı vereceğim. Ben onurumu kaybetmedim ki, senin gibi şerefsizden yardım alayım. Asla bunu yapmam. Sen beni tam yirmi yıldır buralarda çürütüyorsun. Anamı, babamı her şeyimi elimden aldın. Ben gerekirse ölürüm, ama senden gelecek yardıma göz ucuyla bile bakmam. Senin vicdanını asla rahatlatmam! Sonra ses tonumu alçaltıp devam ettim:
— Köpeklik yapma. Şevkimi engelleme. Ben senden başka ihsan istemiyorum anlıyor musun? Bana vereceğin en büyük ihsan, gözüme görünmemendir. Seni görmeye tahammülüm yok, anlıyor musun, yok!
Beni, başı öne eğilmiş halde, gözleri yerde dinledi. Kapıya doğru yürüyordum ki yine seslendi:
— Kaan! Sen hiç köpeklere sarılmadın mı? Ne olur, beni köpek yerine koy da bir kere sarıl bana. İnan ki buna çok ihtiyacım var.
Geriye dönüp ona cevap verdim:
— Senin kadar alçak bir köpeğe Ömrümde hiç rastlamadım ki sarılmış olayım.
* * *Koğuşuma doğru giderken kendi kendimi öyle takdir etmiştim ki, "Helâl olsun sana Kaan! Sen gerçekten izzetli bir İnsansın. O itten zor şartlarına rağmen yardım kabul etmedin. Kişiliğinden ödün vermedin" diye kendi kendimi tebrik ettim. Koğuşa geldiğimde düşünemez haldeydim. Bir gün buradan çıkma umudum da hiç yoktu ki mutlu olsaydım. İnsanlar, çok düşünüp az umutlanmayı öğrenmeliler. Vay Komünizm vay! Umutlarımızı bile prangaya vuracakmışsın meğer!

MUTLU OLMANIN BİR YOLU

"Mutluyum" diyen kaç kişi vardır şu dünyada? Zenginim diyebilecek çok kişi olmasına rağmen "mutluyum" diyebilecek insan sayısı ne kadar azdır. "Zengin olanın derdi de çok olur" gibi sözler dolaşır halk arasında... Yoksul insanlarsa mutsuzluklarını yoksulluklarına bağlarlar çoğu zaman...
Yoksul olan da mutlu değil, zengin olan da... Hatta daha ilginç olanı ortalama gelire sahip aileler de mutlu görünmüyorlar... Üniversite sınavına hazırlananlar da, üniversiteyi bitirenler de... Kirada yaşayanlar, ev sahibi olamamaktan yakınırlar. Ev sahibi olanlar da evdeki eksiklerden, vergilerden ya da komşulardan. Herkesin şikâyeti farklı olsa da, ortak noktaları şikâyetlerinin olmasıdır. Bebekliğimizden aklımıza kazınmış, hatta içgüdülerimizle bütünleşmiş bir sahip olma güdüsü içindeyiz. Yaşama da önemli ölçüde sahip olamadıklarımıza sahip olma süreci gibi bakıyoruz.
Belki de insanın sahip olma yoluyla mutluluğu yakalama konusundaki en temel sorununu şöyle tarif edebiliriz:

"Sahip olduklarımızın en ilerisinde, sahip olmadıklarımızın da en gerisindeyiz." Yüzümüz de sahip olmadıklarımıza dönük. Liseyi yeni bitiren birisi, bitirdiği liseye değil de, girmeye çalıştığı üniversiteye bakar. Bir doçent, doçentlik derecesine değil de, profesörlük unvanını nasıl alacağına bakar. Arabası olan biri, arabasına değil de nasıl ev sahibi olacağına bakar. Evi olan biriyse evine değil de, nasıl yazlık sahibi olacağına bakar. Bu modeli kavradığımız zaman, insanların bu model içerisinde mutlu olamayacaklarını söyleyebiliriz. Sahip olma modeliyle mutluluk imkansızdır.

Klasik sahip olma modelini, daha önce belirttiğim gibi bebeklikten benimsetiliriz. "Senin odan, senin oyuncağın, senin kitabın..." Herhangi bir objeye sahipliği vurgulayan konuşmalar bebeklikten çocukluğa adım atanların "sahiplik" kavramının yaşamın temel kavramı olduğunu düşünmeye iter. İlk çatışmalar da böyle başlar. Apartman komşusu iki çocuk, ilk kavgaya "sen beni'm' topu'm'u aldın" "sen de beni'm' uçağı'm'ı..." diye başlar. Daha sonra da spor ayakkabıya, oyun bilgisayarına, defterlere, kalemlere diye sahip olma mücadelesi devam eder.

Aslında sahip olma fikri, bir ölçüde gelişmeye de yol açar... Çünkü sahip olunanlar korunur. Örneğin odanıza sahipseniz, mandalinanın ya da çekirdeklerin kabuklarını odanıza atmazsınız. Ama sokağa sahip değilseniz, çekirdeklerin kabuklarını atmada herhangi bir çekince yoktur. Zengin insanlar, sahip olduklarını korumak için evlerini duvarlarla çevirirler; girişlerine korumalar koyarlar. Türkiye'deki modern iş gökdelenlerini dünyadaki örneklerinden ayırmak mümkün değildir. Ama iş gökdeleninin ya da çok modern bir fabrikanın kapısına kadar giden yol engebeli bir köy yolu gibidir (Bkz. İstanbul'daki gökdelenler). Niçin yollar geliştirilmez? Çünkü iş gökdelenine sahip olan kişi yola sahip değildir. Gökdeleni korur; ama "sahip olmadığı" yola yatırım yapmaz.
Birincisi çocuklarımıza sadece küçük bir odanın ya da oyuncağın değil, tüm evrenin sahibi olduklarını anlatabiliriz. Bir çocuk evrene sahipse, oyuncağın biri arkadaşının evinde kalabilir. Çünkü arkadaşı da evrenin içindedir. Evrene sahip olduğunu düşünen insanlar, sadece kendi odalarını, iş kulelerini ya da fabrikalarını değil, tüm dünyayı korumaya çalışırlar. Çevreyi de korur; insanları da ekolojik sistemi, evrenin sistemine bozacak bir şey yapmazlar. Tüm evrenin sahibi olduklarından üniversite kazanılmış kazanılmamış, yazlık alınmış alınmamış önemli değildir.

(Bu yazı, Zaman Gazetesi'nin 09.06.2007 tarihli nüshasından Melih Arat'ın yazısıdır.)